25 Eylül 2014 Perşembe

Sessizlik

Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar -insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. 

Sessizlikle uyur, sessizlikle uyanırız. Sessizce gideriz, sessizce devam ederiz gündelik yaşantımızda. Sessizlikle aslında sakinleşmeyi öğreniriz. Sakin kaldıkça ruhumuz dinlenir, sözler acıtmaz, bazı şeyleri hatırlamamıza yardımcı olur. Sevdiğimizi, sevildiğimizi hatırlatırken, sövdüklerimizi, ağır sözlerin yıkıntılarını, geride bıraktırdıklarını unutturur. Unutturmaz da... hafifletir... Kötü olanı değil iyi olanı, kalbinin güzelliğini hatırlatır sana. Sana "seni" hatırlatır. Hatalıysan özrün, haklıysan uzlaşma yolunu gösterir.

Sessizlikte daha çok şey izleyebiliriz. Sessizlikte geçmişi, bugünü ve geleceği görürüz. Konuşma sırasında, her şeyi zaman içine ve genellikle de içinde bulunduğumuz ana oturturuz. Hatalarımız, ağır laflarımız da burdan gelir. Konuşmak ''geçici bir ölümsüzlük'' peşinde boşu boşuna koşmaktır. ''Ben varım'' çığlığıdır bu. Sessizlik, zamanla ve sonsuzlukla olan ilişkimizin bilincidir. Sessizlik çok boyutlu, çok duyumludur. Konuşma, beş duyumuzun ancak bazı deneyimlerini aktarabilir. Sessizlik ise beş duyumuzla algıladıklarımızın toplamıdır, hatta bundan da fazlasıdır.

Öte yandan insanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey de, sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, yine sessizliktir. Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaad eden şey, yine sessizliktir. Kısacası bu sessizlik denen şey, şekilden şekile girer. Sizin yönlendirmenizle şekil alır, ya mesafeleri arttırır ya da sıcacık bir şekilde içinizi ısıtır. Elinizi telefona götürebilir, kar-kış dinlemeden yola çıkıp yanına gitmenizi sağlayabilir. 

Hem sorun, hem çözüm... 
Sessizliği nasıl gördüğünüze bağlı...
Sessizlik bir şeyin yokluğu değil, her şeyin varlığıdır...


Kişisel not: Kimseyi sessizliğe gömmeyin, sadece zaman verin.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

IŞİD'e müdahale çözüm değil

İlişkilerin yeterince karmaşık olduğu Ortadoğu’da, IŞİD var olan durumu daha da imkansız hale getirdi. Irak’ın güneyindeki hakimiyetini Musul’dan sonra Erbil’e doğru genişletmek isteyen IŞİD, en sonunda ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin saldırısı, peşmerge ve PKK’nın savunma hattına rağmen IŞİD, İslam adına katliamlar yapmaya, şeriat adına kafa kesmeye devam ediyor. Bunun en son örneğini ABD gazeteci James Foley'nin infaz videosunda gördük. Batı dünyası IŞİD’e karşı harekete geçerken, Müslüman kimliği açık olan AK Parti hükümeti, IŞİD’in katliamları karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. IŞİD’in neredeyse Ezidilere karşı soykırıma dönen saldırıları karşısında sessizlik nedeni olabilir ki? İnsanlık, "sessiz kalmakla" yok oluyor.

IŞİD’in bu zamana kadarki eylemlerini ve bu eylemlerin sebeplerini toparlarsak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Uzun dönemli, tarihsel bir sorun olan Sünni-Şii çatışması, Osmanlı İmparatorluğu çökerken emperyalist güçlerin çizdiği yapay sınırların ülkeleri... Daha sonra, ABD dış politikalarına karşı Ortadoğu’da 1950’lerden bu yana artmakta olan tepkilerin giderek dinci kanallara akıtılması (hem de birçok ülke tarafından), SSCB’ye karşı bu geleneğin silahlandırılarak eğitilmesi... Daha yakın bir zamana gelirsek, Irak’ın işgaline karşı direnişi bastıramayan güçlerin Sünni-Şii çelişkisi “canavarını” uyandırarak tetikledikleri iç savaşlar ve katliamlar... Devletlerin gizli örgütlerinin provokasyon, yönlendirme girişimleri, komplo projeleri... Sessizlikler, yayın yasakları, suskunluklar...

ABD’nin müdahalesi tek başına IŞİD’i durdurmaya yeter mi?

Kabul etmeliyiz ki, bu müdahale IŞİD’ın ilerlemesini şimdilik aksatabilir ama uzun vadede durdurmaya yetmez. IŞİD’ın terör örgütü olarak devreden çıkarılmasının yolu, bölgede yaşayan Sünnilerin Irak yönetime etkili biçimde katılmasına ve eşit vatandaşlık haklarından yararlanmalarına bağlıdır.

Sünnilerin ülke yönetimine etkili biçimde katılmadıkları bir sistemde, yapılacak her müdahale IŞİD’i bölgeden ancak kısa bir süreliğine temizleyebilir o kadar.

Bir süre sonra IŞİD ya da başka gruplar tekrar ortaya çıkabilir...

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kâinatı içine alacak kadar geniş bir kalp

Inner Man - Sarah Loft
İnsanın canı sıkılınca en klasik cevap: "geçer". E yani biz de biliyoruz geçecek de nasıl geçecek? Ne zaman, nasıl, ne kadar hasar vererek ya da neleri götürerek geçecek? Fırtına, yağmur, rüzgar da gelir geçer ama arkasından nelere hasar vermiştir? Can almıştır belki, kalp kırmıştır, ruhu delip geçmiştir... Derinin, tenin altında, kalbinin bir odacığında katlanılmaz bir iz bırakmıştır. Kimsenin görmediği ama yalnız senin hissettiğin, yalnızca senin bildiğin... Her yağmur zamanında varlığını hatırlatır. Gittiğini sanırsın, "oh be" dersin, ansızın yaz yağmurunun deliliği gibi beklenmedik şekilde seni alır yine o anlara götürür. Artık o vardır, istemesen de yaşayacağın her şeyde kendini gösterecektir.

Duyguların en acayibi, ele en gelmeyenidir. İnsanın varoluş sancısının gözyaşı damlasıdır. Asıl hayret uyandıran ise ruh denen ummanın o damlanın içinde boğulmasıdır. Ruh bir deniz iken nasıl olur da bir damlaya mağlup olur?

Çoğunlukla görünür bir sebebi yoktur. Bu yüzden en can sıkıcı histir. Kâinatı içine alacak kadar geniş ve muhit bir kalbin bir zerrenin içine büzülmesidir. Hatta bir damlanın içinde boğulmasıdır.

Sinsi tırnaklarını ruhun en nazik yerine geçirir de geçirir.

Soluk borusuna kaçan şeyi dışarı atmak için ha bire öksürmek gibidir. Bir imdattır, yardım talebidir ruhun ve vicdanın. Adeta, bir yerinde tıkanma olmuş da ha bire öksürüyordur vicdan.

Varoluşun anlamsızlığa bulanmış halidir bir yandan. Öyle ki, her şey anlamını yitirmiş, bir yığına dönmüştür. Ruh bir işaret veriyordur karanlığın içinde, deniz feneri misali.

Sağa bakarsın, sola bakarsın. İçine bakarsın, dışarı bakarsın. Ele geçirip boğmak istersin onu. Ne mümkün. Elle tutamazsınız onu, yakalayamazsınız, avucunun içine alamazsınız. Hava gibidir bu yönüyle. Bu daha da can sıkıcıdır.

Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan kedi gibi, dönenir dururuz can sıkıntısının peşinden. Kaçtıkça kovalarız. Kovaladıkça yüzümüze sırıtır.

Sonra, canımızın sıkıldığına canımız sıkılır. Kısırdöngüdür...

Kısırdöngüyü kesmek için ne yapmak gerekir? Neye inanmak, neyi bitirmek, neye devam etmek gerek? Karar aşamaları da bir o kadar zorlayıcıdır.

Oraya da sonra değinmek üzere...

20 Haziran 2014 Cuma

Siyah beyaz değil, Araf gibi bir şey

"Ya dışındasındır çemberin 
Ya da içinde yer alacaksın..."

Hayatta bir şey ya "vardır" ya da "yoktur", yaşamı siyah ve beyaz olarak ikiye ayırırız. İyi veya kötü, aydınlık ya da karanlık, mutlu ya da mutsuz gibi hep zıtlıklarla ifade ederiz kendimizi. Her şeyi sadece bize verilen şekilde görürüz. "Bu böyle olursa mutlu olurum, bu böyle olmazsa mutlu olamam" diye şartlandırarak ona göre şekillendiriyoruz yaşanacakları. Baştan bileti kesiyor ve sonra ne olursa olsun o baştan kurduğumuz cümleye göre yaşıyoruz yaşayacaklarımızı; birçok fırsatı görmezden gelerek, arada olanları kaçırarak, andan koparak... Önyargı, umutsuzluk, pesimistlik, ne derseniz deyin fakat hayatımızı derinden etkilediği kesin... Bu genel olarak bu aralar hepimizin yaptığı bir şey, "hayat siyah beyazdan ibaret değil birçok renk var" gibi bir cümle kurmayacağım çünkü renklere odaklı yaşamıyoruz. Kendimizi kendi seçtiğimiz bir renge hapsediyoruz ve siyah-beyazı seçenlerden farkımız kalmıyor...

Bazen de diyorum ki her şey siyah, beyaz kadar net olsa, bulanıklaşmasa, ya öyle ya böyle olsa da düşünecek, kafa yoracak bir şey kalmasa bunca yoğunluğun ve gerginliğin arasında. Siyah, beyaza, karanlık renklere özendiğimden değil Araf'ta kalmaktan çekindiğimden, korktuğumdan... Her zaman kaçtığımda, gözümü açtığımda kendimi istemsizce bulduğum yer yine orası... Orada olmaktan korksam da, dönüp dolaşıp çıkmaza girdiğim yer de orası... Geceleri uykumu alıkoyan, sabahları boğazımda yumruya sebep olan, göğsüme koca bir kaya oturmuş gibi hissettiren, gözlerime küçücük damlalar yerleştiren de bu "Araf" dediğimiz şey... Kimine göre cennet, cehennem arası, bana göre ise istek ve beklentilerin, gerçek yaşamla çatıştığı nokta... Ne var, ne yok arası... Çemberin ne içinde ne de dışında olduğun an...

Çok fazla da zorlayıp ne kendini ne çemberi üzmenin, yıpratmanın gereği yoktur. Hele ki aşılması gereken çemberlerin sayısı birden fazla ise ve kişi henüz birincide takılıp kalmışsa belki de zorlamamak, şu güzel ortamı bozmamak en iyisidir...

Bir süreliğine... Sular durulana kadar...

13 Mayıs 2014 Salı

Bir avuç kömür için bir ömür verenlere...

Bir avuç kömür için bir ömür verenlere...

Manisa'nın Soma ilçesi... Yine maden yine işçi yine ölüm. Hayat bu kadar ucuz olmamalı.

Bunlar kaza değil, cinayettir. Baş sorumlusu da denetlemeyen, iş güvenliği konusunda işvereni sıkıştırmayan hükümettir.

İşçilere, onların sosyal haklarına ve güvenliklerine harcanması gereken zorunlu giderlerden kısılarak bütün kurumlarda taşeronlaşmaya gidilmiş ve bu sömürü düzeni halka yıllardır ekonomik model ve ekonomik başarı olarak yutturulmuştur.

Bu bir cinayettir ve sömürülen işçilerin emeklerinden çalınmış olup, boğazından geçen lokmanın en küçük kırıntısının bile işçi sömürüsünden elde edilen gelirden gelen herkes bu cinayetin ortağıdır.

Başımız sağ olsun.

16 Nisan 2014 Çarşamba

Sebepsiz

Yazıları birileri için yazmam ama bu yazı beni her seferinde güldürmeyi başaran birine... Bengisu Sönmez'e...

Uyandığınızda boğazınızın düğümlendi mi ya da yataktan kalkar kalkmaz sebepsiz yere ağladınız mı? Kısacası kalktığınıza binbir küfrettiğiniz oldu mu olmadı mı?

Sebepsiz yere gözlerin dolduğunda suçlayacak bir şeyler ararsın. Genelde bu başkaları olur, ama eğer yalnızsan "kendin" olur. Kendini yerden yere vurursun, "neden böyle yaptım", "ne yapıyorum ben" diye arka arkaya kendini yersin bitirirsin. Aslında olan bir şey yoktur ama o gün verilmeyen bir selam, görmezden gelinen bir bakış, arada kalmışlığın getirdiği gerginlik, kime, neye, hangi zamana ait olacağını bilememenin tuhaf belirsizliği üst üste gelir ve bir bakmışsın gözlerinden küçük küçük damlalar akıyor.

Önce küçük küçük başlar ama rahatladığını farkedersin, ince gözyaşların önünü alamadığın hıçkırıklara dönüşür. Gözlerin kurur, ama her akan yaşta içindekini biraz da dışarı atarsın. "Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor" diye bir şarkı sözü var, dışarı akması için ağlarsın, yakarsın, yıkarsın hatta kırarsın bilinçli veya bilinçsiz; yeniden başlamak için, yeniden bazı şeylere inanmak için, günün getireceği yeniliklere umutla bakmak için... Her sabah güneşin doğuşuna anlam yüklemek için kalkarsın o yataktan. Bilirsin bir yerlerde seninle aynı hissi paylaşan birilerinin olduğunu ama tanımazsın, bilmezsin. Akşam olur güneş batarken "bugünün dünden ne farkı var" diye isyan edersin. Gecenin ağırlığıyla tekrar yoğunlaşır duyguların ve belki yine zor bir akşam geçirirsin, boğazında yumru, gözlerinde konuşlanmaya yemin etmiş damlalarla...

Ne zaman bu belirsizliklerden, ağırlıklardan kurtulursun ya da onlarla yaşamayı öğrenirsin o zaman gözyaşlarını dizginleyen, yumruyu yutkunarak geçiren "sen" olursun. Güçlü olmayı öğrenirsin, yaşayarak, tecrübe ederek ve varolmayı sürdürerek. Her güne o yataktan kalkarak "ben de varım" diyerek. Bunları söyleyebildiğin zaman her şeyin ne kadar sakin ve yolunda olacağını ve de öyle gideceğini görürsün. Ufak tefek arızalar dışında tabii. Onlar her an var. Önemli olan bu hayata karşı "güçlü olmak" ve kartlarını ona göre seçmek...

Gerisi zaten "sen" olursan çorap söküğü gibi gelir...

13 Nisan 2014 Pazar

Değişir miyiz?

İnsanlar değişir mi, değişmez mi? Hani soğan katmanları gibi bizi sarıp sarmalayan tüm o paye ve kisveleri çekip alırsak aradan, dönersek öze, özümüze; çocukken taşıdığımız yürek ile ellisinde, sekseninde taşıdığımız yürek aynı mıdır acaba?

Bazen bakıyorum geçmişe. Orada gördüğüm had safhada gözlemci, hayalperest ve hikâyeperest kız çocuğu ile bugünkü halim arasında pek bir fark yakalayamıyorum doğrusu. "Hiç mi değişmedim?" diye soruyorum kendi kendime. Derken bir başka anılar arka arkaya geliyor ya da seneler evvel karaladığım birkaç satır elime, "Meğer ne kadar değişmişim" diyorum; fikren, ruhen ve zihnen...

"İnsanlar değişmez" gibi şeyler söylediğimiz zaman bilim adamlarını çıldırtırız...

Neden mi?

Değişim, bilimdeki tek sabittir. Enerji, madde her zaman değişir. Farklılaşır. Birleşir. Büyür. Ölür.

Doğal olmayan, insanların değişmemek için çaba sarf etmesidir. Bazı şeylerin, gerektiği gibi olmalarına izin vermek yerine eski hallerine tutunmamız gibi ya da yeni anılar oluşturmak yerine, eski anılara tutunmamız...

Bilimin kanıtladıklarının aksine bu hayattaki her şeyin kalıcı olduğuna inanmamız gibi. Değişim sabittir. Bize kalan şey, o değişimi nasıl yaşadığımızdır. Bize ölüm gibi gelebilir. Ya da yaşamak için ikinci bir fırsat...

Avucumuzu sıkmayı bırakıp parmaklarımızı açarsak, kendimizi akışa bırakırsak, bu değişim saf adrenalin gibi gelir. Her an, yaşamak için ikinci bir fırsat yakalamışız gibi... O anda, yeniden doğmuş gibi oluruz...

Son söz; "değişmem, yapmam asla" demeyin. İçinizden geldiği gibi davranın. "Keşke"leri azaltma yolu bence bu...

28 Mart 2014 Cuma

Yasak abicim

Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Uludağ Ekonomik Zirvesi’yle “one minute” olayının yaşandığı Davos Dünya Ekonomik Forumu’na rakip bir zirve oluşturmaya çalışıldığı savunulurken Türkiye’de patlak veren Twitter krizine dikkat çekilerek, “Mavi Kuş, Türk Davos’unu rehin aldı” yorumları yapılıyor.

Yani kimse senin yapmaya çalıştığın "Türk Davosu"na bakmıyor, dünyada milyonlarca kullanıcısı olan bir sosyal ağı engellemeni konuşuyor. İsviçre Maliye Bakanı Hans-Rudolf Merz, Türkiye'deki Twitter yasağını gündeme getirdi, anlatırken gülme krizine girdi, dünya yasağı Reuters'tan duydu, CNN International olayı "Hükümet, Erdoğan'ın kabinesinde yer alan eski dört bakanın karmakarışık bir yolsuzluk soruşturması ile bağlantılı sosyal medyada çıkan utanç verici sızıntıları engellemek için çalışıyor" diye haber yaptı. Twitter'a erişim engellenmişken en çok tweet atarak tarihe geçtik, "TwitterisblockedinTurkey", "DictatorErdogan" ve "TurkeyBlockedTwitter" hashtagleri dünyada en çok izlenenler arasına girdi. İşin ilginç yani adamların İ.Melih Gökçek ve Bülent Arınç bu saatlerde tweet atmaya devam etti. Kendi koyduğun kurallara kendi adamların uymadı. Yani ne yaparsan yap yine de bir şekilde yolunu buldu bu insanlar. Sıra YouTube'a geldi. O da yasak. Seçime kalmış kaç gün hâlâ 140 karakterlik düşünceme, yayınlayacağım 3-4 dakikalık videoya karışıyorsun. Bu kadar korku nereye kadar? Dünya lideri dediler "3-5 çapulcu" için koskoca Twitter'ı ve YouTube'u yasakladın. Ne suç işledin, bu korku niye? İtibarını birkaç saatte yerle bir etmeyi göze alacak kadar ne yaşadın? Bu insanlar bunu merak ediyor. Gerçi artık gözünü hırs bürümüş, kendinden başkasını görmez olmuşsun, kimseyi dinlemez, 15 yaşındaki bir çocuğun ölmesine bile üzülmez olmuşsun. Varsa yoksa sandık, iktidar hırsı...

Oysa Twitter ve YouTube ile uğraşacağına Ankara'da taksilerde, korumasız bir şekilde taşınan oy pusulaların hesabını versen, şeffaf bir seçim sözü verebilsen? Ama uğraşacak daha önemli şeyler var değil mi? İnsanların düşüncesini ifade etmesini engellemek onları da dinlemekten daha kolay geliyor. Aslında herkesi dinlesen hiçbir engellemeye gerek kalmazdı. Dinlemek yerine "ben yaptım oldu" diye ısrar ettin hep. Eninde sonunda tepkileri ardı ardına yiyen biri haline geldin. Öfkeni, kinini dizginleyemedin. Hırsını hep "ötekileştirdiğin" kesimden çıkardın. Yaz yaz bitmez yaptıkların, yapmaya çalıştıkların. "Balkon konuşması"nda söylediklerinden biri bile tutsaydı, bu kadar ters bir noktada olmayabilirdi bu ülke, durmadan çatışan, birbirine tahammülü olmayan kutuplar olmazdı. Daha doğrusu bırak çatışmayı kutuplar olmazdı...

Dünya üst üste uyarılar göndersin, ülkendeki kendi vatandaşların kıvransın, sen yine de umursama... Zamanı geldiğinde arkana bakıp hatanı anlarsın belki ama işte arkaya bakmak da bir insanlıktır. O da sende var mı?

5 Mart 2014 Çarşamba

Yeni bir dönem

Geçen seferki yazımda hayatın, durmadan birçok seçeneği önümüze bir anda çıkardığından bahsetmiştim. Ve çoğunlukla bu seçenekleri karara bağlayamadan birçok fırsatı kaçırdığımdan. Ama her insanın hayatında karar vermesi gereken dönemler olduğu gibi bocaladığı zamanlar da olur. Önemli olan bu bocalama evresinden çabuk çıkarak "kararlılık" durumuna ulaşmak.

Benim 1 haftadır hayatımda çok şey değişti. Yeni arkadaşlar, yeni dostluklar ve yeni bir iş. İlerisinde ise yeni bir ev ve yepyeni bir hayat... Aldığım kararda en ufak bir "acaba" demiyorum. Bunu demiyorsam sanırım aldığım kararın ne kadar doğru olduğunu görüyorum. Bu zamanla değişebilir, tökezlediğim, yanımda ailemi isteyebileceğim zamanlarım olabilir ama önemli olan benim kendi kendime bazı şeyleri yapabilecek duruma gelmiş olmam. Kendi ayaklarımın üzerinde durmak bir yana kendi hayatımı, kendi yaşam biçimimi inşa etme evresi artık. Bu inşaat sürecinde temelim sağlam, aileden... Üst katları nasıl çıkacağım ise tamamen bana kalmış... Tek katlı mı, 10 katlı mı yoksa bir gökdelen mi inşa edeceğim? Ne kadar farklı olacağım? İşte bu zamandan itibaren ipler benim elimde. Nereye gideceğime, neler yapacağıma tamamen kendimin, bireysel olarak karar vereceği zamanlar çok yakın.

Ruhuma iyi gelen insanlar olacak hayatımda. Hayatımı paylaşmak istediklerim yoldaşım olacak. Zorunlu, zorla hayatıma giren insanlar olmayacak yaşamımda. İstemediğim kimseye katlanmak zorunda kalmayacağım. Ve istemediğim hiçbir şeyi yapmayacağım.

Zaman geçip gidiyor hızla. Mehtaplı gecelerim daha çok olacak. Ama bana ait, kimselerden kaçmadığım, korkmadığım, yaşam, huzur bulduğum köşelerim olacak.

Hoşgeldin yeni hayat...

18 Şubat 2014 Salı

Taş, kağıt, makas

Kaç ay durgun, hatta monotonluktan ölmek üzere olan bir hayatınız var. "Keşke bir şeyler olsa da biraz hareketlense yaşamım" diye düşündüğünüz sıralarda her şey üst üste geliyor. Size de oluyor mu böyle? Şahsen benim hayatımda her şeyin bir anda patlaması gibi bir özellik var. Fırsatlar, seyahatlar, planlar, arkadaşlar, olaylar vs vs her şey sanki benim o düşünceye girmemi bekliyor gibi bir anda "baaam" hepsi önümde! Sonra karar aşaması, "ne yapmalıyım" gibi birçok soru ardından tek bir şeye bile karar veremeden tekrar ortada monoton bir hayat! Karar aşamasının da kendine özgü bir özelliği var; en kısa sürede en iyisini olacağını düşündüğünüzü seçmek. Ki bu yazıldığı kadar kolay değil. Dış etkenler, "ben böyle yapardım" diye durmadan akıl vermeye çalışanlar, "acaba mutlu olacak mıyım" gibi sorularla bu karar aşaması uzar da uzar ve sonunda elde karar verecek bir fırsat kalmaz.

O yüzden bir facia gibi ağzımıza dolanan lafa ithafen: "geceden gündüze değil de, bugünden yarına değil de, ÇOK ACİL OLARAK DEĞİL AMA ÇABUK ÇABUK yapılması gerekiyor" bu karar aşamasının.

Neyi seçerseniz ne olacağını kimse bilemez. İyi görünen şey belki ileride sizi mutlu etmeyecek veya zor görünen bir tercih aslında hayatınızın en kolay tecrübesi olacak. Her şeyin belirsiz olduğu bu karar aşamasını çabuk atlatmak ve bir an önce ne olacağını görmek her zaman daha iyidir bence. Bu durum, hayatla taş, kağıt, makas oynar gibi. Ne geleceğini kestiremezsin...

9 Şubat 2014 Pazar

Özrün adabı

Her özrün bir adabı vardır. Özür dilemek anı kurtarmak değildir "bir daha aynı hatayı yapmayacağım" sözünü vermektir, güven vermektir. Bu söz doğru ve gerektiği yerde kullanılıyorsa anlamı büyüktür. Değerlidir. Fakat sık sık yapılan hatalar ve sık sık dilenen özürlerin hiç bir anlamı kalmadığından değeri de olmaz... Hataları sürekli yap yap sonra da, bu "defa da affet" demek! Bu karşı tarafın iyi niyetini suistimal ediyorsunuz demektir.

Kimine göre basit bir şeydir özür dilemek, yetersizdir, bir şey ifade etmez, kimine göre güçsüzlüktür, bazen ezikliktir, sürekli söylenince anlam yitiren kısa ve öz bir cümle, kimine göre bu iki kelimenin derininde çok daha fazlası vardır, kimine göre ise - ki çoğunlukla - özür dilemek “büyüklük ve aslında cesaret ister.”

İnsan gerçekten hatalı davrandığını düşündüğünde bu büyüklüğü gösterip özür dileyebilmesini bilmelidir ama zaman zaman bu büyüklüğü göstermesini engelleyen gurur, inat, farkında olamamak, umursamamak vb. davranışlarda vardır. Yapması gerçekten cesaret ister çoğu zaman. İçtenlikle yapılması gereken, hatanızı anladığınızı ifade eden bu iki kelime karşıdaki insana değer verildiğinin ve yapılan bir hatadan dolayı pişmanlığın en güzel göstergesi değil midir? Bazen ise bir yanlış anlaşılmadan dolayı benzeri kırgınlıklar yaşanmıyor mu? Zor da olsa o anlık kalbi çıkarıp özür dilenen kişinin avuçlarına bırakmak o kadar zor mu? O an kırılmaya en müsait, en hassas anımız değil midir?

Evet, kolay değildir karşısındakinin yüzüne bakarak "seni kırdım, haklısın, özür dilerim" gibi cümleler kurabilmek. Gerçekten takdir edilmesi gereken bir söz olarak düşünüyorum. Ve yeri geldiği zaman özür dilemeyi bilen insanlar erdemli insanlardır. Herkes hata yapabilir ama insanın yanlış yaptığını görmesi ve pişmanlığını bu şekilde dile getirip gönül alması en güzeli ve olması gereken değil midir?

Bazen ise çok istendiği halde özür dilenecek kişi izin vermediği için mümkün olmuyor. O yüzden siz hatasını görmüş, anlamış kişinin sizden özür dilemesine izin verin ve ona bir şans daha verin, bırakın durumu düzeltmeye çalışsın. Affetmek de büyüklüktür.

Merak etmeyin hiçbir şey kaybetmezsiniz, bilakis kaybettiğinizi sandığınız bir arkadaşınızı, dostunuzu tekrar kazanırsınız. Size gerçekten sevgi ve saygı duymuyorsa, değer vermiyorsa zaten özür dilemez.

Her ne kadar Emerson "akıllı bir kimse özür dilemek zorunda kalmaz" diyorsa da ben bu sözü kendisinin duygu kırıklığı yaşadığı bir anında söylediğini düşünüyorum. Bırakın özür dilemek ayrıcalığımız olsun. Bir kez olsun seslenene kulak verelim veya seslenelim mi?

“Senden özür dilemek için bana bir fırsat daha vermeni istesem ne dersin?”

5 Şubat 2014 Çarşamba

Şart şurt

Derler ya "bir kapı kapanır bin kapı açılır" diye, bu sözden hep çekindim. Yani bin kapının açılması için elimizdekileri mi kaybetmemiz gerekiyor? O bin kapı, bir kapı kapanmadan da açılmıyor mu? Bin kapı açılması için bazı şeyleri bırakmamız mı gerekiyor? Ben belki 1001 kapıyı beraber istiyorum? Bir kapının kapanması belki bana acı veriyor ve diğer bin kapıyı istemiyorum? Belki o bir kapı olmadan diğer binin anlamı yok?

Neden hayatta her şey şart ve koşul ilişkisine bağlı... Gerçi bu çocukluğumuzdan beri böyle, "yemeğini bitirirsen parka götürürüm", "bu son kaşığı da alırsan arkadaşlarınla dışarı çıkabilirsin" ya da "bu dönem karneni yüksek getir istediğin oyuncağı alalım" gibi birçok şart ve koşul cümlesi... Bir şeye sahip olmak için başka bir şey yaptık. Yani kimse karşılıksız veya şartsız büyümedi. Parka çıkmanın bedeli tabağı bitirmek, arkadaşlarla oynamanın bedeli son kaşığı tok olsanız bile yemekti. Bu sebeple mi acaba "karşılıksız" yaşamayı unuttuk? Bir yardım istendiğinde hep başka bir iyilik bekledik. Olmayınca da "ben ona neler yaptım, o bana bir iyilik yapmadı" sözleriyle sitem ettik. Oysa derlerdi hani "iyilik yap denize at" diye... Nerede bu? Boşa bakmayın tabii ki yok çünkü hangi insan "ben yardımseverim, karşılık beklemem" dese de içten içe bunun doğruluk payını sorgular. Yaradılışta bencil, karşılık bekleyecek şekilde tasarlanmadık ama biz bunu kendimize yaptık. Çocukluğumuzdan günümüze kadar... Her an böyle... Büyüdüğümüzde ise bunlarla iş hayatımızda karşılaştık: "şu projeyi al da dile benden ne dilersen" ya da "bu işi bitiremezsen kendine yeni bir yer ara" gibisinden...

Bin kapının açılması bir kapının kapanmasına, parka çıkmanın yemeğe bağlı olmasına alıştık biz. Belki bu yüzden karşılıksız hiçbir şey yapmadık hayatımızda...


2 Şubat 2014 Pazar

Pazar günü ilaç gibi gelen şarkılar

Pazar günü kalktınız, hava puslu, sıkıcı yani evde kalmaktan başka bir planınız yoksa yapacak en iyi şey; güzel bir kahve hazırlamak ve kendinizi müziğe bırakmak...

Meşhur pazar kahvaltılarınızı bilimum sosyal medya mecralarında paylaştıktan sonra size birkaç pazar günü için şarkı öneriyorum. İster sabah, ister öğlen, ister akşam uyanmış olun... Her saate gider bence...

In a manner of speaking - Nouvelle Vague
Simply falling - Iyeoka (kesinlikle yeni Bond filminin şarkısını yapmalı bu kadın)
Moon river - Frank Sinatra
Sunday smile - Beirut
Sunday morning - Maroon 5 (yağmurlu sabahlara bire bir)
J'ai pas d'regret - Serge Reggiani
Sunrise - Norah Jones
La valse D'Amelie - Yann Tiersen
The lazy song - Bruno Mars (günümüze de bir geçiş yapmak şart tabi)
Everyday is like sunday - Morissey
Truly madly deeply - Savage Garden
Wicked game - Chris Isaak
Alma corazon y vida - George Dalaras
Recuerdo (Soghati) - Yasmin Levy

Daha birçok var ama şimdilik bu kadar. Biraz geç koydum ama haftaya dinlenir artık...

İyi haftalar :)

29 Ocak 2014 Çarşamba

Can sıkıntısı

Ruhun ayağına dolanıp, onu kördüğüm eden kasvetli histir can sıkıntısı...

Bucaksız ve derin bir boşluğun ruha gözünü dikmiş karanlığıdır. Yokluk ve hiçliğin, ruha akıttığı zehirdir.

Aydınlığın orta yerinde karanlıkta kalmaktır can sıkıntısı. Bir nevi, varlık içinde yokluk, hayatın içinde ölümdür... Dimdik daracık bir sütun gibi dikilir önüne ruhunun, bedeninin, kalbinin... Geçit vermez bir türlü. Ucu kör bir bıçaktır, öldürmez süründürür. Bilinmez bir dehlizin içindeki havasızlıktır, nefessizliktir.

Duyguların en acayibi, ele en gelmeyenidir. İnsanın varoluş sancısının gözyaşı damlasıdır. Asıl hayret uyandıran ise ruh denen uçsuz bucak deryanın, o bir damlanın içinde boğulmasıdır. Ruh bir deniz kadar engin iken nasıl olur da bir damlaya mağlup olur?

Vıdı vıdıların, boş sözlerin, boş kelimelerin, kısaca "boş bir boşluğun" ruhça hissedilişidir. Öyle dolu dolu bir boşluk da değildir ki, bir mana ile dolu olsun, yaşamanın bir kıymeti olsun. Can sıkıntısı nereden beslenir? Nasıl bu kadar kolay ruhumuzu ele geçirir? Ruh birdenbire, bu sağanağın altında nasıl sırılsıklam oluverir? Sıkıntı bulutlarını kendi semamıza süren rüzgâr nereden gelir?

Hayat denilen şu yolculukta yaşanan çıkmaz yola, bizi oraya sürükleyen nedir?

Sağa bakarsın, sola bakarsın. İçine bakarsın, dışarı bakarsın. Ele geçirip boğmak istersin onu. Ne mümkün. Elle tutamazsınız onu, yakalayamazsınız, avucunun içine alamazsınız. Hava gibidir bu yönüyle. Bu daha da can sıkıcıdır.

Varoluşun anlamsızlığa bulanmış halidir bir yandan. Öyle ki, her şey anlamını yitirmiş, bir yığına dönmüştür. Ruh bir işaret veriyordur karanlığın içinde, deniz feneri misali. Ama ne fayda, sıkıntıdan aydınlığa çıkmak ayrı bir sıkıntıyı beraberinde getirir.

Sonra, canımızın sıkıldığına canımız sıkılır. Bu, can sıkıntısının kendisinden daha can sıkıcıdır. Can sıkıntısı bir takıntı halini alır. İnsanın aklına gelmez ki, canımız sıkılıyorsa bir hikmeti vardır. Bir vazifesi vardır.

24 Ocak 2014 Cuma

21 yıldır "Uğur" yok, adalet yok...

Araştırmacı-gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, korkunç bir suikastla yaşamını yitireli bugün tam 21 yıl oldu...

21 yıl önce "susmayacağız" dedik ama 21 yıl oldu failleri hâlâ dışarıda, bizler hâlâ suskunuz... Hatta öyle ki dava zaman aşımına uğramak üzere. Kaybettiğimiz değerleri bir bir unutmaya yüz tuttuk. Verdiğimiz sözler birer birer unutuldu tarihin sayfalarında... Yeni düzene, yeni hayata uyum sağlamak için geçmişimizdekileri unuttuk. Geçmişle yüzleşmeden, onu aydınlatmadan bugünün ve yarının üzerine güvene dayalı hiçbir şey oturtamayız. Biz Türk halkı olarak bunu atladık...

Ölü evlerinden farksız yaşamları, sevgilinin burnunu çekişini, anaların duasını, babaların kahırlarını, çocukların babaları için ağlayışını ne çabuk unuttuk... Hrant Dink'ler, Bahriye Üçok'lar, Abdi İpekçi'ler, Ahmet Taner Kışlalı'lar... Hep susmayacağız dedik ama sustuk, sadece öldürülüşlerinin yıldönümlerinde hatırlıyoruz onları...

Şimdi soruyoruz:

“Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?..”

17 Ocak 2014 Cuma

Manidar lobisi

The Economist bu sayısında Erdoğan'ı böyle eleştirdi
İlk önce,

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı olaylarının Mayıs ayı içerisinde çıkmasının manidar olduğunu söyledi.

Aradan 6 aydan fazla bir zaman geçti Başbakan'ın "manidar" söylemi ağızlarda sakız oldu:

  • Mustafa Sarıgül TMSF'nin tüm mal varlığına haciz koymasının ardından yaptığı açıklamada ''16 yıl sonra böyle bir karar çıktı. Zamanlama manidar'' dedi.
  • Ankara 18. Bölge İdare Mahkemesi, SBS'nin yürütmesini "yanlış hesaplama" gerekçesiyle durdurdu. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da, 1 milyon 112 bin 604 öğrenciyi ilgilendiren kararla ilgili olarak "Zamanlaması manidar" yorumunu yaptı.
  • Başbakan Erdoğan, partisinin grup toplantısında gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu. 17 Aralık'taki rüşvet operasyonuyla ilgili olarak, "Yargı ve emniyet içindeki bir grup son derece manidar bir zamanda seçimlere az bir zaman kala operasyon yapıyor" dedi.
  • Van merkezli 6 ilde düzenlenen İHH-El Kaide operasyonu kapsamında hakkında çeşitli iddialar ortaya atılan AK Parti Van Büyükşehir Belediye Başkan adayı Osman Nuri Gülaçar konu hakkında "Zamanlaması manidar" yorumunu yaptı.
  • İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’ın bacanağı Cemalettin Haberdar, gözaltına alınmasıyla ilgili olarak, "Özellikle yayınlanan haberlerin tamamında benim ismimden çok Binali Yıldırım’ın isminin geçmesi ve bir karalama kampanyası haline dönüşmesi oldukça manidar" dedi.
  • Eski Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, operasyona tepki olarak, "2011 başında başlatılan bir soruşturma. Üç yıl aradan sonra bu operasyon yapılıyor. Zamanlama manidar" dedi.
  • Emine Ülker Tarhan HSYK kanun değişikliğini hakkında, "Manidar zamanlama" dedi...
.
.
.

Ne zaman AKP aleyhine bir şey olsa "Zamanlaması manidar". İyi de bir yolsuzluk soruşturması oluyor, bu adamlar için dava şimdi açılmayacak da ne zaman açılabilecek manidar olmaması için? Seçimler sonrası mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası mı? Yoksa genel seçimlerden sonra mı? Yoksa tüm yargıyı kontrol altına alıp, istediği davayı açıp, istediğini ört bas edebilme gücüne kavuştuktan sonra mı?

Hukukun üstünlüğü deyip, hukuku alenen çiğniyorsunuz sonra da "kumpas var" deyip yine mağdur edebiyatı... 12 yıllık iktidarınızda vazgeçmediğiniz tek şey... Sizden olanlar mağdur ama diğerleri hep suçlu. Bir dönüp aynaya "ben nerede hata yaptım" demediniz hiç. 

Hukukun üstünlüğü tartışılmaz. Yargı bağımsızlığı elzemdir. Yargı kararlarının itiraz mercileri bellidir. Yargı halka hesap vermiyor demek günü kurtarmak için kabul görebilir ama uzun vadede sakıncalıdır. 

Maalesef gelinen noktada, tam da yolsuzluk dosyaları açılmışken, polislerin yerlerinin değiştirilmesinin, yargıya baskı oluşturabilecek HSYK'nın hükümet eliyle kontrolünü sağlayacak yasalar çıkarmanın zamanlaması manidardır ve bir manidar lobisi vardır...

13 Ocak 2014 Pazartesi

Usta

Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum. 
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum...
                                                                                                        Özdemir Asaf 

12 Ocak 2014 Pazar

"Halam geldi"

“Gerçek bir olaydan uyarlanmıştır” ibaresini bir filmin başında gördüğümüzde korkarız biraz. ‘Sorumluluk’ üst düzeydedir çünkü, ele aldığın meselenin gerçekliği altında ezilip hiç olma riskin azımsanamayacak kadar yüksektir.

Reyhan, 13 yaşında. ‘Şeker Portakalı’ okuyor, Zeze’nin peşine takılmış, bir portakal ağacının tepesinde. Tam o sırada en yakın arkadaşı Huriye haber salıyor, kız kardeşiyle: “Ablam dedi ki ‘halam geldi’. Sen öyle söyle o anlar”. Portakal fidanı o an kesiliyor, kendisi de henüz fidan olan Reyhan için. Zira Anadolu’da yaygın olan ‘halam geldi’ deyişi ‘regl oldum’ demek. Bu da, çocuk yaşta zorla evlenmelerine sözüm ona engel olan o incecik ipi kesen keskin bıçak, kızların bedeninde taşıdığı...

Ağaçtan atladığı gibi arkadaşının yanına koşuyor Reyhan. Nasıl yapsalar da saklasalar bu durumu... 

Huriye’nin ailesi bu haberi bekliyor çünkü, oğluyla evleneceği halası, eniştesi, eş, dost (!)... Öyle küçükler ve çaresizlikleri öyle büyük ki, daha onları gördüğümüz o ilk sahnede, başlarına yıkılan dünyanın altında kalıyoruz biz de.

Senaryosunu Evrim Kanpolat’ın yazıp Erhan Kozan’ın yönettiği film, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Akıncılar köyünde geçiyor. 1974 Kıbrıs Harekatı’nın ardından Diyarbakır’dan gelen iki ailenin ‘çocuk gelinleri’nin hikayesi bu. Akraba evliliklerinden ‘doğan, sakat kalan, ölen’ çocukların hikayesi. İnsanın canını fena halde yakan bir ‘kız çocuğuna’ şiddet hikayesi. Hoyratlıkta sınır tanımayan bir töre hikayesi. 

Yazık ki, Türkiye’de ciddi bir çoğunluğun hikayesi. Nasıl olmasın? Evlenen kadınların yüzde 14 kadarının 10-14 yaşları arasındaki kızlardan oluştuğu bir ülke bizimki. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 18 yaş altında evlenenlerin toplam sayısı 2013 yılında 134 bin 629! Bunlar istatistiği tutulabilmiş vakalar. Kayıt dışı olanlarla birlikte insanın kanını donduran rakamlar çıkıyor ortaya. Binlerce kesilmiş fidan, halasının gelişini ölüm gibi yaşamış... Hoş bu ülkede davul zurnayla kutlanmaz, sünnet mertebesine çıkarılmaz, hatta okkalı da bir tokatla buyur edilir ya hala; Reyhan’la Huriye’nin dramında en ağır karşılanmalarından birini yaşıyor.

Huriye’nin regl olduğu ortaya çıkınca, düğün dernek hazırlıklarına başlıyor ailesi. Yazık ki, Reyhan’ın kaderi de Huriye’ninkine bağlı. Çünkü Huriye çaresiz okulu bırakacak ve Reyhan’ın farklı kültürlerin çocuklarının gittiği bu okula yalnız başına devam etmesi mümkün değil. Huriye’nin okuldan alınacağı söylentilerini duyan Reyhan’ın babası, bir de kızını okuldan sıradan bir erkek arkadaşıyla aynı bankta otururken görünce bütün gemileri yakıyor. Düzmece bir ‘zeka geriliği’ raporu ve bir tomar para marifetiyle okuldan alıyor Reyhan’ı. Reyhan ‘Pal Sokağı Çocukları’nı yeni okumuş, Nemeçek için üzülüyor o sıralar...

Çarçabuk evlendiriliyor akrabalarından birinin oğluyla. Annesinin ve kendisinin bütün itirazları tekme tokatlarla boğuluyor. Kız çocuğuna şiddetin, kadına şiddetle iç içe geçtiği baba evinden çıkıp telli duvaklı gelin oluyor Reyhan. Birkaç sahne sonra da Huriye. Araya asker giriyor, kızların yaşları küçük olduğu için aileler içeri alınıyor filan ama neye yarar... Dışarı çıktıktan sonra yapacakları belli. Mahkeme kararıyla yaş büyütmek gibi bir seçenekleri var. Değil mi ki, 2011’de 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için 20 bin ailenin ‘yaş büyütme’ davası açtığı bir ülkede yaşıyoruz. Kıbrıs’ta da durum farklı değil. Değil mi ki Medeni Kanun’da evlenme yaşı 17. Bu yaşın altındakiler için, aile ve mahkeme izni varsa, şikayet eden de yoksa 13, 14, 15’lik kız çocuklarının çeyiz sandıklarına düşüveriyor ateş.

10 Ocak 2014 Cuma

"Çalışırken utanan gazeteciler olmak istemiyoruz"

"Türkiye cezaevlerindeki gazeteci sayısı ile dünya birincisi ülke olarak ‘Çalışan Gazeteciler Günü’nü buruk bir şekilde kutluyor. 
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nedeni ile açıklamalarda bulunan basın örgütleri yaptıkları açıklamalarda, birkaç gün önce söylediklerinin tam tersini söyleyen “yandaş”lıklarından gazetecilik adına utandıklarını, sansürün ve oto sansür tehlikesinin kaygı verici boyutlara ulaştığını bildirdiler
Çağdaş Gazeteciler Derneği ( ÇGD) Çalışan Gazeteciler Günü nedeni ile yaptığı basın açıklamasında AKP’nin ileri demokrasi nutukları attığı yıllarda, cezaevindeki gazeteciler açısından dünya şampiyonlukları yaşadıklarını ifade etti."
Bu yazılanlar "10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü"nü atlamayan, gündemdeki onca sarsıntıya rağmen veren bir haber sitesinden alıntı... Haberin devamında Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin yaptığı açıklamayı okuyorsunuz. Hepsi bilindik şeyler; utanç medyası, yandaşçılık, sansür ve otosansür, tutuklu gazeteciler... Bu söz öbekleri çoğu açıklamada sabit çünkü Türkiye'nin medyası bir bataklık içinde. Çırpındıkça daha da batıyor. Açıklamada bir söz dikkatimi çekti;
"Çalışırken utanan gazeteciler olmak istemiyoruz"
İçinde o kadar mesaj barındıran, arka arkaya okumaya gerek kalmadan insanı "vuran" bir cümle bu... Bir gazetecinin kızı olarak bu cümleyi okuyup gazetecilik gibi onurlu mesleği bu hale getirenleri düşündüm. İki kuruş fazla gelir için maymuna dönüşenleri, 2 kutu daha fazla "jöle" alabilmek için muktedirin kanatlarına sığınanları, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyerek sessiz kalanları... Hepsi teker teker bu durumun utanç kaynağı. İnsanın en kötü huylarından olan - maalesef ki yaradılışımızdan beri (ister Adem ile Havva'ya, ister evrime inanın) - "doymama", "daha fazlasını isteme" gibi basit içgüdülere yeniliyoruz. İd-ego-süperego hepsi birbirine geçmiş durumda ve bizler hangisinin hangisi olduğunu unutmuş gibiyiz. Hırsımızdan değerlerimiz yok oldu, "biraz daha" demekten azla yetinmeyi unuttuk. Gazetecilik de bu hale geldi. Hırs, güç ve cep dolgunluğu değerlerimizin önüne geçti. Bizler de, yetişen iletişimciler olarak medyanın bu haline bakakaldık...

Aslında utanması gereken bizler değiliz, 4. kuvvet olarak anılan medyayı bu hale getirenler ve bu hale gelmesine sebebiyet veren kesimin utanması gerek. Bırakın 4. kuvveti, her şeyi saklayan bir "pandora kutusu" gibi oldu medyamız...

İçeride veya dışarıda hâlâ varolan onurlu gazetecilerin, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nü kutluyorum... Selam olsun.

9 Ocak 2014 Perşembe

Aperatif bir merhaba



İnsanın kendini dinlenmeye aldığı zamanlar olmuyor değil...

Ben dinlenme değil ama duraklama devri hatta "fetret devri" yaşadım. 13 yıl değil ama yine de uzun bir süre kendimden ara verdim. Zaman zaman "yeter" dediğim de oldu, "yükselme" ne zaman diye sorduğumda... Hiçbirinde hazır değildim... En son bir anda nereden estiğini bilmeden bir günde ikinci evrem başladı gibi.

Peki ikinci evre nedir?

  • Tamamen reenkarnasyon gibi -  ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği ad - spiritüel değilim ama yine de şuanki durumum reekarne edilmiş gibi. Bir nevi.
  • Mies van der rohe'nin "Less is more" felsefesine dayalı yaşam - minimalizmi anlatan en başarılı slogan yani "az çoktur."
  • "Sen kendine karşı sahteyken, başkalarına karşı nasıl gerçek olabilirsin..." Mert Güler - yani asla ve asla kendine yalan söyleme.
  • "Uğraşmayı bırak artık dünle ve dünündekilerle. Bir de hep yanında olanlarla yarına bakmayı dene" Cemal Süreya - kim sizin için oradaysa, ne olursa olsun, o insanları kaybetme.
  • Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini.
  • Güvenebileceğiniz ve sırtınızı dayayabileceğiniz sadece bir kişi vardır. Bu kişi annenizin kocasıdır ve çok ‘baba’ bir adamdır - babayı "tek" dayanak olarak görün.
Aperatif nedir?

Her insanın kendine özgü yorumu vardır. Her olaya, herkes aynı şekilde bakmaz. Kimisi olayı tamamen başka şekilde, kimisi sadece belli kısmını önemser... "Aperatif" bu yüzden "aperatif"

Kısa ama öz. Ana yemekten önce...