25 Eylül 2014 Perşembe

Sessizlik

Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar -insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. 

Sessizlikle uyur, sessizlikle uyanırız. Sessizce gideriz, sessizce devam ederiz gündelik yaşantımızda. Sessizlikle aslında sakinleşmeyi öğreniriz. Sakin kaldıkça ruhumuz dinlenir, sözler acıtmaz, bazı şeyleri hatırlamamıza yardımcı olur. Sevdiğimizi, sevildiğimizi hatırlatırken, sövdüklerimizi, ağır sözlerin yıkıntılarını, geride bıraktırdıklarını unutturur. Unutturmaz da... hafifletir... Kötü olanı değil iyi olanı, kalbinin güzelliğini hatırlatır sana. Sana "seni" hatırlatır. Hatalıysan özrün, haklıysan uzlaşma yolunu gösterir.

Sessizlikte daha çok şey izleyebiliriz. Sessizlikte geçmişi, bugünü ve geleceği görürüz. Konuşma sırasında, her şeyi zaman içine ve genellikle de içinde bulunduğumuz ana oturturuz. Hatalarımız, ağır laflarımız da burdan gelir. Konuşmak ''geçici bir ölümsüzlük'' peşinde boşu boşuna koşmaktır. ''Ben varım'' çığlığıdır bu. Sessizlik, zamanla ve sonsuzlukla olan ilişkimizin bilincidir. Sessizlik çok boyutlu, çok duyumludur. Konuşma, beş duyumuzun ancak bazı deneyimlerini aktarabilir. Sessizlik ise beş duyumuzla algıladıklarımızın toplamıdır, hatta bundan da fazlasıdır.

Öte yandan insanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey de, sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, yine sessizliktir. Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaad eden şey, yine sessizliktir. Kısacası bu sessizlik denen şey, şekilden şekile girer. Sizin yönlendirmenizle şekil alır, ya mesafeleri arttırır ya da sıcacık bir şekilde içinizi ısıtır. Elinizi telefona götürebilir, kar-kış dinlemeden yola çıkıp yanına gitmenizi sağlayabilir. 

Hem sorun, hem çözüm... 
Sessizliği nasıl gördüğünüze bağlı...
Sessizlik bir şeyin yokluğu değil, her şeyin varlığıdır...


Kişisel not: Kimseyi sessizliğe gömmeyin, sadece zaman verin.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

IŞİD'e müdahale çözüm değil

İlişkilerin yeterince karmaşık olduğu Ortadoğu’da, IŞİD var olan durumu daha da imkansız hale getirdi. Irak’ın güneyindeki hakimiyetini Musul’dan sonra Erbil’e doğru genişletmek isteyen IŞİD, en sonunda ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin saldırısı, peşmerge ve PKK’nın savunma hattına rağmen IŞİD, İslam adına katliamlar yapmaya, şeriat adına kafa kesmeye devam ediyor. Bunun en son örneğini ABD gazeteci James Foley'nin infaz videosunda gördük. Batı dünyası IŞİD’e karşı harekete geçerken, Müslüman kimliği açık olan AK Parti hükümeti, IŞİD’in katliamları karşısında sessiz kalmayı tercih ediyor. IŞİD’in neredeyse Ezidilere karşı soykırıma dönen saldırıları karşısında sessizlik nedeni olabilir ki? İnsanlık, "sessiz kalmakla" yok oluyor.

IŞİD’in bu zamana kadarki eylemlerini ve bu eylemlerin sebeplerini toparlarsak ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Uzun dönemli, tarihsel bir sorun olan Sünni-Şii çatışması, Osmanlı İmparatorluğu çökerken emperyalist güçlerin çizdiği yapay sınırların ülkeleri... Daha sonra, ABD dış politikalarına karşı Ortadoğu’da 1950’lerden bu yana artmakta olan tepkilerin giderek dinci kanallara akıtılması (hem de birçok ülke tarafından), SSCB’ye karşı bu geleneğin silahlandırılarak eğitilmesi... Daha yakın bir zamana gelirsek, Irak’ın işgaline karşı direnişi bastıramayan güçlerin Sünni-Şii çelişkisi “canavarını” uyandırarak tetikledikleri iç savaşlar ve katliamlar... Devletlerin gizli örgütlerinin provokasyon, yönlendirme girişimleri, komplo projeleri... Sessizlikler, yayın yasakları, suskunluklar...

ABD’nin müdahalesi tek başına IŞİD’i durdurmaya yeter mi?

Kabul etmeliyiz ki, bu müdahale IŞİD’ın ilerlemesini şimdilik aksatabilir ama uzun vadede durdurmaya yetmez. IŞİD’ın terör örgütü olarak devreden çıkarılmasının yolu, bölgede yaşayan Sünnilerin Irak yönetime etkili biçimde katılmasına ve eşit vatandaşlık haklarından yararlanmalarına bağlıdır.

Sünnilerin ülke yönetimine etkili biçimde katılmadıkları bir sistemde, yapılacak her müdahale IŞİD’i bölgeden ancak kısa bir süreliğine temizleyebilir o kadar.

Bir süre sonra IŞİD ya da başka gruplar tekrar ortaya çıkabilir...

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kâinatı içine alacak kadar geniş bir kalp

Inner Man - Sarah Loft
İnsanın canı sıkılınca en klasik cevap: "geçer". E yani biz de biliyoruz geçecek de nasıl geçecek? Ne zaman, nasıl, ne kadar hasar vererek ya da neleri götürerek geçecek? Fırtına, yağmur, rüzgar da gelir geçer ama arkasından nelere hasar vermiştir? Can almıştır belki, kalp kırmıştır, ruhu delip geçmiştir... Derinin, tenin altında, kalbinin bir odacığında katlanılmaz bir iz bırakmıştır. Kimsenin görmediği ama yalnız senin hissettiğin, yalnızca senin bildiğin... Her yağmur zamanında varlığını hatırlatır. Gittiğini sanırsın, "oh be" dersin, ansızın yaz yağmurunun deliliği gibi beklenmedik şekilde seni alır yine o anlara götürür. Artık o vardır, istemesen de yaşayacağın her şeyde kendini gösterecektir.

Duyguların en acayibi, ele en gelmeyenidir. İnsanın varoluş sancısının gözyaşı damlasıdır. Asıl hayret uyandıran ise ruh denen ummanın o damlanın içinde boğulmasıdır. Ruh bir deniz iken nasıl olur da bir damlaya mağlup olur?

Çoğunlukla görünür bir sebebi yoktur. Bu yüzden en can sıkıcı histir. Kâinatı içine alacak kadar geniş ve muhit bir kalbin bir zerrenin içine büzülmesidir. Hatta bir damlanın içinde boğulmasıdır.

Sinsi tırnaklarını ruhun en nazik yerine geçirir de geçirir.

Soluk borusuna kaçan şeyi dışarı atmak için ha bire öksürmek gibidir. Bir imdattır, yardım talebidir ruhun ve vicdanın. Adeta, bir yerinde tıkanma olmuş da ha bire öksürüyordur vicdan.

Varoluşun anlamsızlığa bulanmış halidir bir yandan. Öyle ki, her şey anlamını yitirmiş, bir yığına dönmüştür. Ruh bir işaret veriyordur karanlığın içinde, deniz feneri misali.

Sağa bakarsın, sola bakarsın. İçine bakarsın, dışarı bakarsın. Ele geçirip boğmak istersin onu. Ne mümkün. Elle tutamazsınız onu, yakalayamazsınız, avucunun içine alamazsınız. Hava gibidir bu yönüyle. Bu daha da can sıkıcıdır.

Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan kedi gibi, dönenir dururuz can sıkıntısının peşinden. Kaçtıkça kovalarız. Kovaladıkça yüzümüze sırıtır.

Sonra, canımızın sıkıldığına canımız sıkılır. Kısırdöngüdür...

Kısırdöngüyü kesmek için ne yapmak gerekir? Neye inanmak, neyi bitirmek, neye devam etmek gerek? Karar aşamaları da bir o kadar zorlayıcıdır.

Oraya da sonra değinmek üzere...

20 Haziran 2014 Cuma

Siyah beyaz değil, Araf gibi bir şey

"Ya dışındasındır çemberin 
Ya da içinde yer alacaksın..."

Hayatta bir şey ya "vardır" ya da "yoktur", yaşamı siyah ve beyaz olarak ikiye ayırırız. İyi veya kötü, aydınlık ya da karanlık, mutlu ya da mutsuz gibi hep zıtlıklarla ifade ederiz kendimizi. Her şeyi sadece bize verilen şekilde görürüz. "Bu böyle olursa mutlu olurum, bu böyle olmazsa mutlu olamam" diye şartlandırarak ona göre şekillendiriyoruz yaşanacakları. Baştan bileti kesiyor ve sonra ne olursa olsun o baştan kurduğumuz cümleye göre yaşıyoruz yaşayacaklarımızı; birçok fırsatı görmezden gelerek, arada olanları kaçırarak, andan koparak... Önyargı, umutsuzluk, pesimistlik, ne derseniz deyin fakat hayatımızı derinden etkilediği kesin... Bu genel olarak bu aralar hepimizin yaptığı bir şey, "hayat siyah beyazdan ibaret değil birçok renk var" gibi bir cümle kurmayacağım çünkü renklere odaklı yaşamıyoruz. Kendimizi kendi seçtiğimiz bir renge hapsediyoruz ve siyah-beyazı seçenlerden farkımız kalmıyor...

Bazen de diyorum ki her şey siyah, beyaz kadar net olsa, bulanıklaşmasa, ya öyle ya böyle olsa da düşünecek, kafa yoracak bir şey kalmasa bunca yoğunluğun ve gerginliğin arasında. Siyah, beyaza, karanlık renklere özendiğimden değil Araf'ta kalmaktan çekindiğimden, korktuğumdan... Her zaman kaçtığımda, gözümü açtığımda kendimi istemsizce bulduğum yer yine orası... Orada olmaktan korksam da, dönüp dolaşıp çıkmaza girdiğim yer de orası... Geceleri uykumu alıkoyan, sabahları boğazımda yumruya sebep olan, göğsüme koca bir kaya oturmuş gibi hissettiren, gözlerime küçücük damlalar yerleştiren de bu "Araf" dediğimiz şey... Kimine göre cennet, cehennem arası, bana göre ise istek ve beklentilerin, gerçek yaşamla çatıştığı nokta... Ne var, ne yok arası... Çemberin ne içinde ne de dışında olduğun an...

Çok fazla da zorlayıp ne kendini ne çemberi üzmenin, yıpratmanın gereği yoktur. Hele ki aşılması gereken çemberlerin sayısı birden fazla ise ve kişi henüz birincide takılıp kalmışsa belki de zorlamamak, şu güzel ortamı bozmamak en iyisidir...

Bir süreliğine... Sular durulana kadar...

13 Mayıs 2014 Salı

Bir avuç kömür için bir ömür verenlere...

Bir avuç kömür için bir ömür verenlere...

Manisa'nın Soma ilçesi... Yine maden yine işçi yine ölüm. Hayat bu kadar ucuz olmamalı.

Bunlar kaza değil, cinayettir. Baş sorumlusu da denetlemeyen, iş güvenliği konusunda işvereni sıkıştırmayan hükümettir.

İşçilere, onların sosyal haklarına ve güvenliklerine harcanması gereken zorunlu giderlerden kısılarak bütün kurumlarda taşeronlaşmaya gidilmiş ve bu sömürü düzeni halka yıllardır ekonomik model ve ekonomik başarı olarak yutturulmuştur.

Bu bir cinayettir ve sömürülen işçilerin emeklerinden çalınmış olup, boğazından geçen lokmanın en küçük kırıntısının bile işçi sömürüsünden elde edilen gelirden gelen herkes bu cinayetin ortağıdır.

Başımız sağ olsun.

16 Nisan 2014 Çarşamba

Sebepsiz

Yazıları birileri için yazmam ama bu yazı beni her seferinde güldürmeyi başaran birine... Bengisu Sönmez'e...

Uyandığınızda boğazınızın düğümlendi mi ya da yataktan kalkar kalkmaz sebepsiz yere ağladınız mı? Kısacası kalktığınıza binbir küfrettiğiniz oldu mu olmadı mı?

Sebepsiz yere gözlerin dolduğunda suçlayacak bir şeyler ararsın. Genelde bu başkaları olur, ama eğer yalnızsan "kendin" olur. Kendini yerden yere vurursun, "neden böyle yaptım", "ne yapıyorum ben" diye arka arkaya kendini yersin bitirirsin. Aslında olan bir şey yoktur ama o gün verilmeyen bir selam, görmezden gelinen bir bakış, arada kalmışlığın getirdiği gerginlik, kime, neye, hangi zamana ait olacağını bilememenin tuhaf belirsizliği üst üste gelir ve bir bakmışsın gözlerinden küçük küçük damlalar akıyor.

Önce küçük küçük başlar ama rahatladığını farkedersin, ince gözyaşların önünü alamadığın hıçkırıklara dönüşür. Gözlerin kurur, ama her akan yaşta içindekini biraz da dışarı atarsın. "Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor" diye bir şarkı sözü var, dışarı akması için ağlarsın, yakarsın, yıkarsın hatta kırarsın bilinçli veya bilinçsiz; yeniden başlamak için, yeniden bazı şeylere inanmak için, günün getireceği yeniliklere umutla bakmak için... Her sabah güneşin doğuşuna anlam yüklemek için kalkarsın o yataktan. Bilirsin bir yerlerde seninle aynı hissi paylaşan birilerinin olduğunu ama tanımazsın, bilmezsin. Akşam olur güneş batarken "bugünün dünden ne farkı var" diye isyan edersin. Gecenin ağırlığıyla tekrar yoğunlaşır duyguların ve belki yine zor bir akşam geçirirsin, boğazında yumru, gözlerinde konuşlanmaya yemin etmiş damlalarla...

Ne zaman bu belirsizliklerden, ağırlıklardan kurtulursun ya da onlarla yaşamayı öğrenirsin o zaman gözyaşlarını dizginleyen, yumruyu yutkunarak geçiren "sen" olursun. Güçlü olmayı öğrenirsin, yaşayarak, tecrübe ederek ve varolmayı sürdürerek. Her güne o yataktan kalkarak "ben de varım" diyerek. Bunları söyleyebildiğin zaman her şeyin ne kadar sakin ve yolunda olacağını ve de öyle gideceğini görürsün. Ufak tefek arızalar dışında tabii. Onlar her an var. Önemli olan bu hayata karşı "güçlü olmak" ve kartlarını ona göre seçmek...

Gerisi zaten "sen" olursan çorap söküğü gibi gelir...

13 Nisan 2014 Pazar

Değişir miyiz?

İnsanlar değişir mi, değişmez mi? Hani soğan katmanları gibi bizi sarıp sarmalayan tüm o paye ve kisveleri çekip alırsak aradan, dönersek öze, özümüze; çocukken taşıdığımız yürek ile ellisinde, sekseninde taşıdığımız yürek aynı mıdır acaba?

Bazen bakıyorum geçmişe. Orada gördüğüm had safhada gözlemci, hayalperest ve hikâyeperest kız çocuğu ile bugünkü halim arasında pek bir fark yakalayamıyorum doğrusu. "Hiç mi değişmedim?" diye soruyorum kendi kendime. Derken bir başka anılar arka arkaya geliyor ya da seneler evvel karaladığım birkaç satır elime, "Meğer ne kadar değişmişim" diyorum; fikren, ruhen ve zihnen...

"İnsanlar değişmez" gibi şeyler söylediğimiz zaman bilim adamlarını çıldırtırız...

Neden mi?

Değişim, bilimdeki tek sabittir. Enerji, madde her zaman değişir. Farklılaşır. Birleşir. Büyür. Ölür.

Doğal olmayan, insanların değişmemek için çaba sarf etmesidir. Bazı şeylerin, gerektiği gibi olmalarına izin vermek yerine eski hallerine tutunmamız gibi ya da yeni anılar oluşturmak yerine, eski anılara tutunmamız...

Bilimin kanıtladıklarının aksine bu hayattaki her şeyin kalıcı olduğuna inanmamız gibi. Değişim sabittir. Bize kalan şey, o değişimi nasıl yaşadığımızdır. Bize ölüm gibi gelebilir. Ya da yaşamak için ikinci bir fırsat...

Avucumuzu sıkmayı bırakıp parmaklarımızı açarsak, kendimizi akışa bırakırsak, bu değişim saf adrenalin gibi gelir. Her an, yaşamak için ikinci bir fırsat yakalamışız gibi... O anda, yeniden doğmuş gibi oluruz...

Son söz; "değişmem, yapmam asla" demeyin. İçinizden geldiği gibi davranın. "Keşke"leri azaltma yolu bence bu...