29 Ocak 2014 Çarşamba

Can sıkıntısı

Ruhun ayağına dolanıp, onu kördüğüm eden kasvetli histir can sıkıntısı...

Bucaksız ve derin bir boşluğun ruha gözünü dikmiş karanlığıdır. Yokluk ve hiçliğin, ruha akıttığı zehirdir.

Aydınlığın orta yerinde karanlıkta kalmaktır can sıkıntısı. Bir nevi, varlık içinde yokluk, hayatın içinde ölümdür... Dimdik daracık bir sütun gibi dikilir önüne ruhunun, bedeninin, kalbinin... Geçit vermez bir türlü. Ucu kör bir bıçaktır, öldürmez süründürür. Bilinmez bir dehlizin içindeki havasızlıktır, nefessizliktir.

Duyguların en acayibi, ele en gelmeyenidir. İnsanın varoluş sancısının gözyaşı damlasıdır. Asıl hayret uyandıran ise ruh denen uçsuz bucak deryanın, o bir damlanın içinde boğulmasıdır. Ruh bir deniz kadar engin iken nasıl olur da bir damlaya mağlup olur?

Vıdı vıdıların, boş sözlerin, boş kelimelerin, kısaca "boş bir boşluğun" ruhça hissedilişidir. Öyle dolu dolu bir boşluk da değildir ki, bir mana ile dolu olsun, yaşamanın bir kıymeti olsun. Can sıkıntısı nereden beslenir? Nasıl bu kadar kolay ruhumuzu ele geçirir? Ruh birdenbire, bu sağanağın altında nasıl sırılsıklam oluverir? Sıkıntı bulutlarını kendi semamıza süren rüzgâr nereden gelir?

Hayat denilen şu yolculukta yaşanan çıkmaz yola, bizi oraya sürükleyen nedir?

Sağa bakarsın, sola bakarsın. İçine bakarsın, dışarı bakarsın. Ele geçirip boğmak istersin onu. Ne mümkün. Elle tutamazsınız onu, yakalayamazsınız, avucunun içine alamazsınız. Hava gibidir bu yönüyle. Bu daha da can sıkıcıdır.

Varoluşun anlamsızlığa bulanmış halidir bir yandan. Öyle ki, her şey anlamını yitirmiş, bir yığına dönmüştür. Ruh bir işaret veriyordur karanlığın içinde, deniz feneri misali. Ama ne fayda, sıkıntıdan aydınlığa çıkmak ayrı bir sıkıntıyı beraberinde getirir.

Sonra, canımızın sıkıldığına canımız sıkılır. Bu, can sıkıntısının kendisinden daha can sıkıcıdır. Can sıkıntısı bir takıntı halini alır. İnsanın aklına gelmez ki, canımız sıkılıyorsa bir hikmeti vardır. Bir vazifesi vardır.

24 Ocak 2014 Cuma

21 yıldır "Uğur" yok, adalet yok...

Araştırmacı-gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, korkunç bir suikastla yaşamını yitireli bugün tam 21 yıl oldu...

21 yıl önce "susmayacağız" dedik ama 21 yıl oldu failleri hâlâ dışarıda, bizler hâlâ suskunuz... Hatta öyle ki dava zaman aşımına uğramak üzere. Kaybettiğimiz değerleri bir bir unutmaya yüz tuttuk. Verdiğimiz sözler birer birer unutuldu tarihin sayfalarında... Yeni düzene, yeni hayata uyum sağlamak için geçmişimizdekileri unuttuk. Geçmişle yüzleşmeden, onu aydınlatmadan bugünün ve yarının üzerine güvene dayalı hiçbir şey oturtamayız. Biz Türk halkı olarak bunu atladık...

Ölü evlerinden farksız yaşamları, sevgilinin burnunu çekişini, anaların duasını, babaların kahırlarını, çocukların babaları için ağlayışını ne çabuk unuttuk... Hrant Dink'ler, Bahriye Üçok'lar, Abdi İpekçi'ler, Ahmet Taner Kışlalı'lar... Hep susmayacağız dedik ama sustuk, sadece öldürülüşlerinin yıldönümlerinde hatırlıyoruz onları...

Şimdi soruyoruz:

“Uğur Mumcu’yu kim öldürdü?..”

17 Ocak 2014 Cuma

Manidar lobisi

The Economist bu sayısında Erdoğan'ı böyle eleştirdi
İlk önce,

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı olaylarının Mayıs ayı içerisinde çıkmasının manidar olduğunu söyledi.

Aradan 6 aydan fazla bir zaman geçti Başbakan'ın "manidar" söylemi ağızlarda sakız oldu:

  • Mustafa Sarıgül TMSF'nin tüm mal varlığına haciz koymasının ardından yaptığı açıklamada ''16 yıl sonra böyle bir karar çıktı. Zamanlama manidar'' dedi.
  • Ankara 18. Bölge İdare Mahkemesi, SBS'nin yürütmesini "yanlış hesaplama" gerekçesiyle durdurdu. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da, 1 milyon 112 bin 604 öğrenciyi ilgilendiren kararla ilgili olarak "Zamanlaması manidar" yorumunu yaptı.
  • Başbakan Erdoğan, partisinin grup toplantısında gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu. 17 Aralık'taki rüşvet operasyonuyla ilgili olarak, "Yargı ve emniyet içindeki bir grup son derece manidar bir zamanda seçimlere az bir zaman kala operasyon yapıyor" dedi.
  • Van merkezli 6 ilde düzenlenen İHH-El Kaide operasyonu kapsamında hakkında çeşitli iddialar ortaya atılan AK Parti Van Büyükşehir Belediye Başkan adayı Osman Nuri Gülaçar konu hakkında "Zamanlaması manidar" yorumunu yaptı.
  • İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’ın bacanağı Cemalettin Haberdar, gözaltına alınmasıyla ilgili olarak, "Özellikle yayınlanan haberlerin tamamında benim ismimden çok Binali Yıldırım’ın isminin geçmesi ve bir karalama kampanyası haline dönüşmesi oldukça manidar" dedi.
  • Eski Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, operasyona tepki olarak, "2011 başında başlatılan bir soruşturma. Üç yıl aradan sonra bu operasyon yapılıyor. Zamanlama manidar" dedi.
  • Emine Ülker Tarhan HSYK kanun değişikliğini hakkında, "Manidar zamanlama" dedi...
.
.
.

Ne zaman AKP aleyhine bir şey olsa "Zamanlaması manidar". İyi de bir yolsuzluk soruşturması oluyor, bu adamlar için dava şimdi açılmayacak da ne zaman açılabilecek manidar olmaması için? Seçimler sonrası mı? Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası mı? Yoksa genel seçimlerden sonra mı? Yoksa tüm yargıyı kontrol altına alıp, istediği davayı açıp, istediğini ört bas edebilme gücüne kavuştuktan sonra mı?

Hukukun üstünlüğü deyip, hukuku alenen çiğniyorsunuz sonra da "kumpas var" deyip yine mağdur edebiyatı... 12 yıllık iktidarınızda vazgeçmediğiniz tek şey... Sizden olanlar mağdur ama diğerleri hep suçlu. Bir dönüp aynaya "ben nerede hata yaptım" demediniz hiç. 

Hukukun üstünlüğü tartışılmaz. Yargı bağımsızlığı elzemdir. Yargı kararlarının itiraz mercileri bellidir. Yargı halka hesap vermiyor demek günü kurtarmak için kabul görebilir ama uzun vadede sakıncalıdır. 

Maalesef gelinen noktada, tam da yolsuzluk dosyaları açılmışken, polislerin yerlerinin değiştirilmesinin, yargıya baskı oluşturabilecek HSYK'nın hükümet eliyle kontrolünü sağlayacak yasalar çıkarmanın zamanlaması manidardır ve bir manidar lobisi vardır...

13 Ocak 2014 Pazartesi

Usta

Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum. 
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum...
                                                                                                        Özdemir Asaf 

12 Ocak 2014 Pazar

"Halam geldi"

“Gerçek bir olaydan uyarlanmıştır” ibaresini bir filmin başında gördüğümüzde korkarız biraz. ‘Sorumluluk’ üst düzeydedir çünkü, ele aldığın meselenin gerçekliği altında ezilip hiç olma riskin azımsanamayacak kadar yüksektir.

Reyhan, 13 yaşında. ‘Şeker Portakalı’ okuyor, Zeze’nin peşine takılmış, bir portakal ağacının tepesinde. Tam o sırada en yakın arkadaşı Huriye haber salıyor, kız kardeşiyle: “Ablam dedi ki ‘halam geldi’. Sen öyle söyle o anlar”. Portakal fidanı o an kesiliyor, kendisi de henüz fidan olan Reyhan için. Zira Anadolu’da yaygın olan ‘halam geldi’ deyişi ‘regl oldum’ demek. Bu da, çocuk yaşta zorla evlenmelerine sözüm ona engel olan o incecik ipi kesen keskin bıçak, kızların bedeninde taşıdığı...

Ağaçtan atladığı gibi arkadaşının yanına koşuyor Reyhan. Nasıl yapsalar da saklasalar bu durumu... 

Huriye’nin ailesi bu haberi bekliyor çünkü, oğluyla evleneceği halası, eniştesi, eş, dost (!)... Öyle küçükler ve çaresizlikleri öyle büyük ki, daha onları gördüğümüz o ilk sahnede, başlarına yıkılan dünyanın altında kalıyoruz biz de.

Senaryosunu Evrim Kanpolat’ın yazıp Erhan Kozan’ın yönettiği film, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Akıncılar köyünde geçiyor. 1974 Kıbrıs Harekatı’nın ardından Diyarbakır’dan gelen iki ailenin ‘çocuk gelinleri’nin hikayesi bu. Akraba evliliklerinden ‘doğan, sakat kalan, ölen’ çocukların hikayesi. İnsanın canını fena halde yakan bir ‘kız çocuğuna’ şiddet hikayesi. Hoyratlıkta sınır tanımayan bir töre hikayesi. 

Yazık ki, Türkiye’de ciddi bir çoğunluğun hikayesi. Nasıl olmasın? Evlenen kadınların yüzde 14 kadarının 10-14 yaşları arasındaki kızlardan oluştuğu bir ülke bizimki. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 18 yaş altında evlenenlerin toplam sayısı 2013 yılında 134 bin 629! Bunlar istatistiği tutulabilmiş vakalar. Kayıt dışı olanlarla birlikte insanın kanını donduran rakamlar çıkıyor ortaya. Binlerce kesilmiş fidan, halasının gelişini ölüm gibi yaşamış... Hoş bu ülkede davul zurnayla kutlanmaz, sünnet mertebesine çıkarılmaz, hatta okkalı da bir tokatla buyur edilir ya hala; Reyhan’la Huriye’nin dramında en ağır karşılanmalarından birini yaşıyor.

Huriye’nin regl olduğu ortaya çıkınca, düğün dernek hazırlıklarına başlıyor ailesi. Yazık ki, Reyhan’ın kaderi de Huriye’ninkine bağlı. Çünkü Huriye çaresiz okulu bırakacak ve Reyhan’ın farklı kültürlerin çocuklarının gittiği bu okula yalnız başına devam etmesi mümkün değil. Huriye’nin okuldan alınacağı söylentilerini duyan Reyhan’ın babası, bir de kızını okuldan sıradan bir erkek arkadaşıyla aynı bankta otururken görünce bütün gemileri yakıyor. Düzmece bir ‘zeka geriliği’ raporu ve bir tomar para marifetiyle okuldan alıyor Reyhan’ı. Reyhan ‘Pal Sokağı Çocukları’nı yeni okumuş, Nemeçek için üzülüyor o sıralar...

Çarçabuk evlendiriliyor akrabalarından birinin oğluyla. Annesinin ve kendisinin bütün itirazları tekme tokatlarla boğuluyor. Kız çocuğuna şiddetin, kadına şiddetle iç içe geçtiği baba evinden çıkıp telli duvaklı gelin oluyor Reyhan. Birkaç sahne sonra da Huriye. Araya asker giriyor, kızların yaşları küçük olduğu için aileler içeri alınıyor filan ama neye yarar... Dışarı çıktıktan sonra yapacakları belli. Mahkeme kararıyla yaş büyütmek gibi bir seçenekleri var. Değil mi ki, 2011’de 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için 20 bin ailenin ‘yaş büyütme’ davası açtığı bir ülkede yaşıyoruz. Kıbrıs’ta da durum farklı değil. Değil mi ki Medeni Kanun’da evlenme yaşı 17. Bu yaşın altındakiler için, aile ve mahkeme izni varsa, şikayet eden de yoksa 13, 14, 15’lik kız çocuklarının çeyiz sandıklarına düşüveriyor ateş.

10 Ocak 2014 Cuma

"Çalışırken utanan gazeteciler olmak istemiyoruz"

"Türkiye cezaevlerindeki gazeteci sayısı ile dünya birincisi ülke olarak ‘Çalışan Gazeteciler Günü’nü buruk bir şekilde kutluyor. 
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nedeni ile açıklamalarda bulunan basın örgütleri yaptıkları açıklamalarda, birkaç gün önce söylediklerinin tam tersini söyleyen “yandaş”lıklarından gazetecilik adına utandıklarını, sansürün ve oto sansür tehlikesinin kaygı verici boyutlara ulaştığını bildirdiler
Çağdaş Gazeteciler Derneği ( ÇGD) Çalışan Gazeteciler Günü nedeni ile yaptığı basın açıklamasında AKP’nin ileri demokrasi nutukları attığı yıllarda, cezaevindeki gazeteciler açısından dünya şampiyonlukları yaşadıklarını ifade etti."
Bu yazılanlar "10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü"nü atlamayan, gündemdeki onca sarsıntıya rağmen veren bir haber sitesinden alıntı... Haberin devamında Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin yaptığı açıklamayı okuyorsunuz. Hepsi bilindik şeyler; utanç medyası, yandaşçılık, sansür ve otosansür, tutuklu gazeteciler... Bu söz öbekleri çoğu açıklamada sabit çünkü Türkiye'nin medyası bir bataklık içinde. Çırpındıkça daha da batıyor. Açıklamada bir söz dikkatimi çekti;
"Çalışırken utanan gazeteciler olmak istemiyoruz"
İçinde o kadar mesaj barındıran, arka arkaya okumaya gerek kalmadan insanı "vuran" bir cümle bu... Bir gazetecinin kızı olarak bu cümleyi okuyup gazetecilik gibi onurlu mesleği bu hale getirenleri düşündüm. İki kuruş fazla gelir için maymuna dönüşenleri, 2 kutu daha fazla "jöle" alabilmek için muktedirin kanatlarına sığınanları, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyerek sessiz kalanları... Hepsi teker teker bu durumun utanç kaynağı. İnsanın en kötü huylarından olan - maalesef ki yaradılışımızdan beri (ister Adem ile Havva'ya, ister evrime inanın) - "doymama", "daha fazlasını isteme" gibi basit içgüdülere yeniliyoruz. İd-ego-süperego hepsi birbirine geçmiş durumda ve bizler hangisinin hangisi olduğunu unutmuş gibiyiz. Hırsımızdan değerlerimiz yok oldu, "biraz daha" demekten azla yetinmeyi unuttuk. Gazetecilik de bu hale geldi. Hırs, güç ve cep dolgunluğu değerlerimizin önüne geçti. Bizler de, yetişen iletişimciler olarak medyanın bu haline bakakaldık...

Aslında utanması gereken bizler değiliz, 4. kuvvet olarak anılan medyayı bu hale getirenler ve bu hale gelmesine sebebiyet veren kesimin utanması gerek. Bırakın 4. kuvveti, her şeyi saklayan bir "pandora kutusu" gibi oldu medyamız...

İçeride veya dışarıda hâlâ varolan onurlu gazetecilerin, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nü kutluyorum... Selam olsun.

9 Ocak 2014 Perşembe

Aperatif bir merhaba



İnsanın kendini dinlenmeye aldığı zamanlar olmuyor değil...

Ben dinlenme değil ama duraklama devri hatta "fetret devri" yaşadım. 13 yıl değil ama yine de uzun bir süre kendimden ara verdim. Zaman zaman "yeter" dediğim de oldu, "yükselme" ne zaman diye sorduğumda... Hiçbirinde hazır değildim... En son bir anda nereden estiğini bilmeden bir günde ikinci evrem başladı gibi.

Peki ikinci evre nedir?

  • Tamamen reenkarnasyon gibi -  ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan spiritüalistlerin bu olaya verdiği ad - spiritüel değilim ama yine de şuanki durumum reekarne edilmiş gibi. Bir nevi.
  • Mies van der rohe'nin "Less is more" felsefesine dayalı yaşam - minimalizmi anlatan en başarılı slogan yani "az çoktur."
  • "Sen kendine karşı sahteyken, başkalarına karşı nasıl gerçek olabilirsin..." Mert Güler - yani asla ve asla kendine yalan söyleme.
  • "Uğraşmayı bırak artık dünle ve dünündekilerle. Bir de hep yanında olanlarla yarına bakmayı dene" Cemal Süreya - kim sizin için oradaysa, ne olursa olsun, o insanları kaybetme.
  • Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini.
  • Güvenebileceğiniz ve sırtınızı dayayabileceğiniz sadece bir kişi vardır. Bu kişi annenizin kocasıdır ve çok ‘baba’ bir adamdır - babayı "tek" dayanak olarak görün.
Aperatif nedir?

Her insanın kendine özgü yorumu vardır. Her olaya, herkes aynı şekilde bakmaz. Kimisi olayı tamamen başka şekilde, kimisi sadece belli kısmını önemser... "Aperatif" bu yüzden "aperatif"

Kısa ama öz. Ana yemekten önce...