
Bucaksız ve derin bir boşluğun ruha gözünü dikmiş karanlığıdır. Yokluk ve hiçliğin, ruha akıttığı zehirdir.
Aydınlığın orta yerinde karanlıkta kalmaktır can sıkıntısı. Bir nevi, varlık içinde yokluk, hayatın içinde ölümdür... Dimdik daracık bir sütun gibi dikilir önüne ruhunun, bedeninin, kalbinin... Geçit vermez bir türlü. Ucu kör bir bıçaktır, öldürmez süründürür. Bilinmez bir dehlizin içindeki havasızlıktır, nefessizliktir.
Duyguların en acayibi, ele en gelmeyenidir. İnsanın varoluş sancısının gözyaşı damlasıdır. Asıl hayret uyandıran ise ruh denen uçsuz bucak deryanın, o bir damlanın içinde boğulmasıdır. Ruh bir deniz kadar engin iken nasıl olur da bir damlaya mağlup olur?
Vıdı vıdıların, boş sözlerin, boş kelimelerin, kısaca "boş bir boşluğun" ruhça hissedilişidir. Öyle dolu dolu bir boşluk da değildir ki, bir mana ile dolu olsun, yaşamanın bir kıymeti olsun. Can sıkıntısı nereden beslenir? Nasıl bu kadar kolay ruhumuzu ele geçirir? Ruh birdenbire, bu sağanağın altında nasıl sırılsıklam oluverir? Sıkıntı bulutlarını kendi semamıza süren rüzgâr nereden gelir?
Hayat denilen şu yolculukta yaşanan çıkmaz yola, bizi oraya sürükleyen nedir?
Sağa bakarsın, sola bakarsın. İçine bakarsın, dışarı bakarsın. Ele geçirip boğmak istersin onu. Ne mümkün. Elle tutamazsınız onu, yakalayamazsınız, avucunun içine alamazsınız. Hava gibidir bu yönüyle. Bu daha da can sıkıcıdır.
Varoluşun anlamsızlığa bulanmış halidir bir yandan. Öyle ki, her şey anlamını yitirmiş, bir yığına dönmüştür. Ruh bir işaret veriyordur karanlığın içinde, deniz feneri misali. Ama ne fayda, sıkıntıdan aydınlığa çıkmak ayrı bir sıkıntıyı beraberinde getirir.
Sonra, canımızın sıkıldığına canımız sıkılır. Bu, can sıkıntısının kendisinden daha can sıkıcıdır. Can sıkıntısı bir takıntı halini alır. İnsanın aklına gelmez ki, canımız sıkılıyorsa bir hikmeti vardır. Bir vazifesi vardır.